Biz Bu duruma niye Geldik? (1)
Bir seçim şamatasından sonra bir soru sormak gerekiyor. Biz bu duruma nasıl geldik? Aslında sorunun içinde cevaplarını da barındırıyor. Hakkını savunmayan kendisine dağıtılan ve verilenle yetinen bir toplum(cuk) nasıl olduk? Diye soruları uzatmak olası. Sorun o değil sorun bunu nasıl değiştireceğimiz üzerine olmalı. Ama öncelikle durumu keskin bir dille tahlil etmek gerekmektedir.
Milletten ümmete geçiş süreci çok gerilere taşınabilir. Tarihsel olarak bu çok fazla incelenmiş ve bunun tarihi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı döneme kadar götürülebilir. Mustafa Kemal’in yaşadığı son dönemden itibaren başlayan batıyla entegrasyon ve birleşme ona yama olma çabalarının ürünlerini alıyoruz, şimdi. Nato’nun kuyruğu olma Amerika’nın peşine düşme hayalleri kısacası kedi olmadan fare yakalama senaryoları iflas etmiştir. Yıllardır süren bir rejim savaşı ve kaygısı sonunda rejimin yıkılması ile sonuçlanmıştır. Elime aldığım seçim sonuçlarına baktığım zaman Türkiye’nin seçim haritasına baktığım zaman en net biçimde gördüğüm sonuç bir yıkım ve karşı devrim sonucudur. Burda Ne Erdoğan eleştirisi vardır? Ne de AKP eleştirisi. Bunlar sadece oynan satranç oyunun piyonlarından ibarettir. Bir ulus devlet yıkma süreci başlamıştır 12 Eylül 1980’den itibaren bir varlık yokluk sorunu yaşamıştır, ülkemiz. 20. Yy.’nın başında başlayan millet olma süreci ve uluslaşma bilinci bugün tarihin çöplüğüne atılmıştır. Doğu ve Güneydoğuya baktığımız zaman okuyacağımız sonuç kısacası budur. İşin özeti kurtarılacak bir devletimizin artık olmadığı yeniden kurulacak olan bir toprak yığını olduğudur. Hamaset siyaseti v.b. diğer siyasetler çökmüştür. Yoksul kesimlerden alınacak olan oyların onlara vaat edilenlerle bir ilgisi olmadığı ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet bir hesaplaşma döneminden kendi adına mağlubiyetle çıkmıştır. Artık Mecliste bir kurucu meclis oluşmuştur. Bu meclis yeni dönem liberal ve neo-feodal bir yapı oluşturmak üzere yeni anayasa yapacaktır. Anayasanın içeriği bile belli olmuştur. Seçim kampanyaları ortaya koymuştur ki özerk bir yapıya kavuşacak bir doğu ve güneydoğu, ülkenin yeniden düzenlenme ve halk yığınlarını birer mürit yapma süreci tamamlanmıştır.
İnsanların birey ve mutlu yaşama süreçlerinden olumlu etkilenmediği ülkemizde tek geçerli olan yapının günlük ekmek kaygısı ve din ve ırksal temalar olduğu bunun dışında sadece bir adam siyaseti ve onun çevresinde şekillenen bir ticari genleşme üzerine kurulduğu anlaşılmıştır. Peki biz bu sürece nasıl geldik?
Gözlerden yıllarca kaçan bir durumun sonucudur, bu yapı. Eğitim sistemi, belki bir yeni yaklaşım belki yıllarca söylenip üzerinde pek durulmayan bir yapı. Yirminci yüzyılın başında ki devlet adamlarının üzerinde çok durduğu “ gençlik kimin elindeyse gelecek onundur” mantığında ki basitleştirmenin dışından bakarak olayları incelemek gerekmektedir. Bir ülkenin eğitim sistemin ve onun içindeki bireylerin yetiştirilme şartları gelecekteki tüm siyasi ve sosyal olayları netleştirmede temel etkenlerin başında gelmektedir. Eğitim sistemi içindeki bu gerileyiş ve işlevsizlik bizim bugün bir kısmımızın “aptal” olarak nitelediği ve ülkenin neredeyse tamamını kapsayan bir yapının oluşmasında etken oluşturmuştur. Peki sorulması gereken soruların başında eğitim sistemi son dönemi dışarı da bırakıyorum 50 yıldır kimlerin elinde ve kimler şekil vermektedir? Eğitim politikalarının oluşmasında ve değiştirilmesin de kimlerin etki ve yetkileri vardır? Bu süreç ne on yıllık bir iktidarla açıklanır ne de basit sorularla ortaya çıkar? Yirminci yüzyılın başında başlayan ve ülkelerin bizden model aldığı eğitim sistemlerinden bugün eğdiş edilmiş ve içi boşaltılmış insan değil kul yetiştiren eğitim sistemine dönüş nasıl yaşanmış isterseniz gelin onlara bakalım;
Ülkelerin eğitim sistemleri kendi temel doktrin ve ideolojileri kapsamında ele alınan ve temel olarak yeni yetişen bireylere aktarılan bir sistem yaratmakla işe başlar, yapılan bu aktarımda öncelikli hedef yeni kurulmuş veya kurulacak olan sistem içerisinde bunu sorgulamakla birlikte, onun içerisinde daha da iyi birer sonuç oluşturulması üzerine çalışma alanları oluşturmayı hedef alır. Ayrıca oluşturulan eğitim sistemi içerisinde tek tek bireylerin algıları ve almak istedikleri ön planda tutulur. Verilen derslerin ve ders içeriklerinin kapsamları yapılacak olan uygulamalar ve diğer etkinliklerin tümü bu kapsam içerisinde değerlendirilir. Örneğin; Verilecek temel bilim derslerinde yapılacak olan eğitim ve işlenme sistemleri o bilim dalı veya disiplinin verilmesi gerekenlerin dışında o dersin öğrenilmesi konusunda temel alınan felsefi ve eleştirel bakış açılarını vermektense ezbere ve yarışmaya dayalı toplamda insan hayatına hiçbir şey katmayacak olan hazır bilgilerin verilmesi aslında o bilim dalı ve disiplinden öğrenilmesi amaçlanan hiçbir şeyin gerçekleşmemesi sonucunu doğurmaktadır. Örneğin; kendi uzmanlık alanım olan fizik dersinden örnek vermek gerekirse, fizik bilimi dünyayı ve evreni oluşum süreçlerini ve bu süreçler içerisinde toplumsal ve felsefi tartışmaları içinde barındıran birçok öğeyi de içine almaktadır. Fizik bilimini salt bir formül ve işlem yumağı haline getiren ve onun dışında hiçbir temel olgu ve süreç konusunda düşünme eylemini ortaya koymayan bir içeriğe mahkum edilmiş olması bunun net bir göstergesidir. Bunun gibi birçok örnekten yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki yarışmacı ve ezber eğitim sistemi aslında yeni yetiştirilen bireylerin mankurtlaştırılması ve düşünme eyleminden uzaklaşmasının temel nedenleri arasındadır.
Genel olarak eğitim sistemi 1950’lerden beri bir hazır kalıplar ve formül yığınları arasında kalmıştır. Yapılan birçok uygulama ve diğer değişiklikler işin özünü değiştirmemiştir. Yetiştirilen öğretmen adayları da aynı sistemin birer piyonundan başka bir şey değildir. Ülkenin parçalanmaya başladığı günden itibaren ilk ele alınan konuların başında eğitim sistemi gelmektedir. Eğitim sistemini dönüştürme çabalarına başlarken Talim Terbiye kurulunun başına getirilen Amerikalı “bilim adamları” danışmanlar ve bunun benzeri birçok uygulama bugün ki durumun oluşmasının zeminini yaratmışlardır. O günlerden başlayarak eğitim sistemi içerisinde birçok uygulama ve “yeni” uygulama hayata geçirilmiştir. Sınav sistemleri bunun en temel değişim araçlarından biri olmuştur. 1980 sonrası özellikle icat edilen YÖK ve ÖSYM kurumları ile eğitim sistemi içerisinde yeni bir Pazar ortaya çıkmıştır. Bu Pazar birçok açıdan bakıldığında sadece ekonomik büyüklüğü ve kazancı ile ön plana çıkmamaktadır. Özellikle 1980 sonrası dönemde karşı devrim sürecinde kullanılacak ve yeniden dizyn sürecinde oluşacak eleman ihtiyacını en iyi karşılayacak düzen getirilmiştir. Sorgulamayan bir sınav döngüsü içinde yok olan yetiştirilen bireyler sadece bir varlık yokluk sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. Şu dönemde yetişen hemen hemen tüm bireyler bu eğdiş edilmiş eğitim sisteminin içinden geçmişlerdir. Bu da başarı esastır, başarılı olmayanın barınma ve bir yerlerde bulunma şansıda ortadan kalmaktadır. Bu şansı yaratmak için tam bu noktada 12 Eylül’ün mimarları ortaya çıkmıştır. Cemaat-Mafya düzeni içinde temeli “ışık evleri” olan yapılanmaların dershane-etüt merkezleri çerçevesinde yerleşmesine imkan ve ortam hazırlamışlardır. Özellikle cemaat çevresinde uzun bir dönem boyunca neredeyse tamamen “öğretmen” yetiştirme politikası izlenmiştir. Halk içerisinde tolumun neredeyse tamamının okuma konusunda hassas olduğu toplumda okumanın bir yere bağımlı olarak yapılabileceği durumu ortaya çıkmıştır. Halkımızın büyük bir kısmının dar gelirli bir yapıya sahip olduğu da düşünülürse, cemaat yapısının ve diğer dershane olgularının dönüşüme uğraması ve paranın yerine dinsel ve ümmet yapısı içinde bir döngü yaratılmıştır. Bu döngü birçok insan üzerinde bilimsel ve eleştirel bakış açısının dışında bir bağlanma yöntemi yaratmıştır.
Yorumlar
Yorum Gönder